Annesiyle katıldığı altın günlerinden, uluslar arası bir altın üreticisinde tasarımcı olmaya giden bir azim hikayesi …İzmirli Evren Şengüler okuduğu bir kitabın hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyor.
İlkokulu, ortaokulu, liseyi zorla okudu! Lise bitince, “ev kızı” kontenjanından hayata atıldı.
Tek sosyal etkinliği annesinin yanında katıldığı altın günleri, tek meziyeti dikiş-nakıştı. Dantel örmekten sıkılınca şansını “takı tasarımı”nda denedi. Yaptıkları beğenilince bir pazarda ürünlerini satmaya başladı.
Bir gün, gene bir altın gününde, bir yakının evinde bir kitap gördü: ‘Kişisel Ataleti Yenmek.”
Kitap okumakla ilgilenmemesine rağmen, “atalet” kelimesinin ne olduğunu merak edip, kitabı okudu. Kitap ruhunda derin bir noktaya dokunmuştu. Bir karar aldı, olduğu yerde durmamaya, olabileceğinin en iyisi olmaya karar verdi.
Liseyi bitireli 9 yıl olduğu halde, daha önce 3 kez girmiş ve kazanamamış olduğu halde, üniversiteye gitmeye karar verdi.
Bir yandan takılar sattığı tezgahının başında duruyor, bir yandan sınava hazırlanıyordu. İlk yıl kazanamadı ama ikinci yıl ‘açık öğretime girebilirsin belki’ diyenleri ters köşeye yatırdı.
Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde, 4 yıllık bir bölüm kazanıp 26 yaşında üniversiteli oldu.
Sınıf arkadaşlarıyla arasındaki uçurumu kapatmak için öyle çok çalıştı ki, değil sınıfı geçmek, tüm öğrencileri geçerek üniversitesinde bölüm birincisi oldu!
Annesiyle altın günlerinde gezerken, karşılaştığı bir kitapla hayatı değişen, aldığı kararları izleyip Urla’dan İstanbul’a gelip, Türkiye’nin en büyük altın firmalarından birinde tasarımcı olan Evren’in hikayesi aşağıda sizi bekliyor.
Evren Şengüler, hayallerini gerçekleştirdikten sonra Kum Saati Buluşmaları çerçevesinde Mümin Sekman’la bir araya gelip, yaşadıklarını yüz yüze anlattı.
İşte İzmirli Evren Şengüler’in azminin zafere ulaşma hikayesi…
1980 yılında, İzmir’de dünyaya geldim. Aileye uzun bir aradan sonra katılan evin küçük kızı olarak biraz şımartılarak büyütüldüm. Çok yaramaz bir çocuktum. Evde herkese yaka silktirmiştim.
Babamın emekli olmasıyla İzmir’den Urla’ya taşındık. Toptancılık yapan babam ve onun yanında çalışan annem emekli oldukta sonra Urla’da inzivaya çekilmişlerdi.
Ben büyüdüğümde ablam resim, abim beden öğretmeni olup evden ayrılmışlardı. Ablamla aramda 13, abimle 11 yaş vardı. Babamla da aramızda çok yaş farkı vardı. Babamla anlaşamayan, çatışan bir çocuktum.
İlk tasarımları çamurdan kaselerdi
Jimnastik yaptığım için evin içinde hoplar zıplar, amuda kalkardım. Ortalığı darma dumar eder, annemin peşimde koşturmaktan iflahı kesilirdi. Mahallede arkadaşlarımla çamurla oynardık. Ama o zamanlar bile çamura şekil vermeye çalışırdım. Kaseler, kalemlikler yapardım.
Babamla anlaşamasam da ticari zekasına hayrandım. Sanırım ticari zekamı babamdan almışım. Eski oyuncaklarımı toplar, çekilişle arkadaşlarıma ve diğer mahallelerden gelen çocuklara satardım. Bayram geldiğinde bir torba param olurdu. İlkokulda babam bana büyüteçler verirdi, onları arkadaşlarıma satardım.
Sınıfta okuma-yazmayı en son o söktü
İlkokula anasınıfına gitmeden başladım. Annem algılama sorunumun farkındaydı ve hep okula erken başladığımı söylerdi. Çünkü her şeyi tersten anlıyordum! Ali yerine ila yazıyormuşum. Hem solaktım, hem de söylenenleri tersten anlıyordum. İlkokul birde tüm notlarım iyiydi. Karnemde bir tane bile pekiyi yoktu. Bu durum çok sonraları, ortaokulda dikkatimi çekmişti.
Şunu hatırlıyorum, birinci sınıfta heceyi sökenlere öğretmen kırmızı kurdele verirdi. Herkes kurdele almamış, bir ben kalmıştım. Sonunda heceyi söktüğümde öğretmenim kurdele vermek için dolabını açtı. Ancak hiç kurdele kalmamıştı!
Beni boynu büyük bırakmak istemediği için elime bir avuç kalem verdi. Yarım yarım, rengarenk boya kalemleriydi bunlar. O kadar mutlu oldum ki, resme başlangıcım böyle oldu diyebilirim. O kalemlerle çok resim yaptım.
Evde ‘Beni okuldan alın’ kampanyası açtı!
Dersler bana çok sıkıcı geliyordu, anlamıyordum. Ödev yapmak hoşuma gitmiyordu. İlkokul beşte anasınıfına gidenlere özenirdim. Patatesten kelebekler yapar, her gün panoda sergilerlerdi. Ders çalışmaktansa anasınıfının yaptığı etkinlikleri izler, evde aynılarını yapardım. Ders çalışmaz, sınıf arkadaşlarımla anlaşamazdım. Evdekiler de notlarım konusunda fazla üstüme gelmediği için bu fazla sorun olmazdı.
Okula gitmek istemediğim için bana hep ‘ilkokulu bitir seni okutmayacağız’ derlerdi. İlkokul bitti, ortaokula kaydım yapıldı ama ben devam etmek istemiyordum. Babam, ‘Ortaokul, ilkokuldan kısa, 3 yıl git, tamam’ dedi. Ortaokul bitti, ben liseye gitmeyeceğim diye ayak direttim. Ama babam yine 3 yılın kaldı diyerek beni ikna etti.
Üç yıl üst üste üniversite sınavını kazanamadı!
Liseye başladığımda kredili sistem çıktı. Lise birde 6 zayıf geldi. Kalmam gerekiyor ama sistem değiştiği için üst sınıfa geçiyorum. Lise 2 de aynı şekilde geçti. Lise son sınıf bitti ve ben mezun olamadım. Çünkü mezun olmak için yeterli kredim yoktu. Başka bir okula geçip beden eğitimi, matematik, ya da resim derslerinden birini alarak eksik kredimi tamamlayabileceğimi öğrenmiştim. Küçüklüğümden beri resim yapmayı seviyor, boş bulduğum yerlere karalama yapıyordum. Bu yüzden resim dersini seçtim ve liseyi bu şekilde bitirdim.
Üniversite sınavına girdim ama sadece mantık sorularını yapabildim. Bu da ancak barajı aşmama yetti. Meslek yüksek okuluna gidecek kadar bile puan alamadım. O zamanlar dershane ücretleri yüksekti. Ailem de orta halli olduğu için onlara yük olmak istemiyordum.
Kimseye ben okuyacağım, beni dershaneye yazdırın, diyemiyordum. Çünkü başaramam korkusu vardı içimde. Lisede durumum çok kötüydü. Bir yılda o kadar bilgiyi nasıl öğrenirim diyordum. Bir de evin bir kuralı var: Üniversiteye gidilecekse 4 yıllık olacak, İzmir’de olacak, öğretmenlik olacak. 3 yıl üst üste üniversite sınavına girdim, baktım olmuyor bıraktım. Zaten sınava çalışmadan giriyordum. Çünkü çalışırken sıkılıyordum.
Çalışma hayatı başarısız denemelerden ibaretti
Evde oturmaktan sıkılınca çalışmayı denedim. İlk olarak bir doktorun yanında sekreterlik yapmaya başladım. İşe alındığımda çok mutlu olmuştum ama sabahtan akşama kadar muayenehanede tek başına otur, akşam dertli, sıkıntılı insanlarla ilgilen… Üstelik bu benim ilk işimdi ve çok tecrübesizdim. Zorlanmaya başlamıştım. 5-6 ay sonra resmen işten atılmamı sağladım!
Bir süre daha işsiz geçti, evde canım sıkıldığı için abim “markette çalışmak ister misin” diye sordu. Market sahibi abimin arkadaşıydı, ama tempo o kadar ağırdı ki dayanmak zordu. Sabah 06.00’dan gece 01.00’ye kadar çalışıyordum. Tuvalet temizliyor, yemek yapıyor, müşteri ile ilgileniyordum. İki ay sonra orayı da bıraktım.
Altın günler, oturmaya gitmeler derken depresyona girdi
Evde oturmaya başlayınca bana baskı gelmeye başladı. Annem yemek yapmaktan bulaşık yıkamaya, tahrandan badana yapmaya, çapa yapmaktan ufak tefek tamiratlara bir ev kadının yaptığı her şeyi “bir gün lazım olur” diyerek bana tecrübe ettiriyordu. Bunları bir kere tecrübe etmek güzeldi, ama bir süre sonra bunları sürekli yapmak işkence gibi gelmeye başladı. Babam otoriterdi. Evin dışına çıkamazdım. Geceleri canım sıkılırdı. Radyom yok, kendime ait bir odam yok…
Annemin günleri benim için tek aktivite olmuştu. 22 yaşındaydım ve bu şekilde yaşamaktan çok sıkılmıştım. Depresyona girdim. Evde durduk yere ağlıyordum. Sıkılıyor, ama ne yapacağımı da bilemiyordum. Tam bir kabustu. Hiç unutmuyorum bir gün artık sıkıntıdan patladım ve “beni hastaneye yatırın”, diye ağlamaya başladım. Maksadım hastane bile olsa bir süreliğine evden uzaklaşabilmekti.
Ev dışında tek aktivitem annem ile günlere gitmek. Günler hoşuma da gidiyordu. Oradaki yaşlı teyzelerin tecrübelerini dinliyordum. Ev kadınlığı ve dantel kültürüm gelişmişti ama bir süre sonra artık bunlara katlanamaz olmuştum. Bir gün yine çıldırırcasına ağlarken beni bir psikiyatriste bile götürdüler!
Üretmenin tadını aldıktan sonra durmadı
Bu bunalım günlerinin öncesinde annem evde sıkılmayayım, bir şeylerle ilgileneyim diye Pratik Kız Sanat Okulu’na benden habersiz yazdırdı. Başta gitmem, diye çok direndim. Ama baktım canım sıkılıyor sonunda gitmeye karar verdim.Kursa başladım ve hiç beklemediğim şekilde hoşuma gitti. Bir süre sonra hizmetliden önce kursa gider oldum. Kapı açılsa da bir an önce makine başına geçsem diye sabırsızlanıyordum.
Ortaya bir şey çıktıkça keyfim yerine geliyordu. Hatta öyle keyif almıştım ki, okuldan eve geldiğimde annemin eski dikiş makinesinin başına geçer gece yarısına kadar çalışırdım. Okul müdürü ve öğretmenler çok dikkatimi çekti. Ben hep bir şeyler yapamayanların alternatif bir gittiği bir yer sanıyordum. Bir başladım, hocalarımın hepsi üniversite mezunu, çok düzgün, nitelikli insanlar. 1 yıl boyunca dikiş-nakış öğrendim. Zamanla bu da yetmedi tabi, tekrar gidip aynı şeyleri yapmak da sıkıcı gelecekti.
İçindeki yaratıcılık bir kere ortaya çıkmıştı
Ertesi yıl, 20 yaşında yine evdeydim, yine annemle günlere gidiyordum…
21 yaşında bir gün annem bana bir kolye verdi. Ablamın öğrencisi hediye etmiş. Hapishane işi de denen, kum işi bir kolye. Boncuğun ilk defa oya dışında kullanıldığını görüyordum. Çok etkilendim. Aynısından yapmaya çalışıyor ama yapamıyordum. Annemden yardım istedim, biraz söküp nasıl işlendiğini bulmamı önerdi. Böylece nasıl yapıldığını çözdüm ve deli gibi boncuk işi yapmaya başladım. Sürekli yeni modeller geliştiriyordum ama klips ne onu bile bilmiyordum!
Yaptıklarım görenlerin çok hoşuna gidiyor, hediye olarak istiyorlardı. Yapması zor olduğu için kimseye vermek istemiyordum. O zaman herkes “sat” demeye başladı. Bazıları, “İzmir’e git mağazalara göster” diyordu. Sonunda gidip mağazalara ürünlerimi gösterdim. Piyasayı bilmediğim için fiyatlarım yüksek geldi. Kolyelerin klipsleri yok, küpeleri yok diyerek ürünlerin istediğim fiyattan satılamayacağını söylüyorlardı.
Pazarda tezgah açmak için babasına meydan okudu
Bir mağaza sahibi beni bir malzemeciye yönlendirdi. Klipsi penseyi, ara aparatları orada tanıdım. Onları satın alıp daha iyi takılar yapmaya başladım.
Bilinçsiz olarak çalışmaya devam ederken bir gün ablamın şehir dışından misafiri geldi. Onu gezdirirken Çeşmealtı’na gittik. Uzaktan konser alanı gibi ışıklı bir yer dikkatimizi çekti. Konser mi var diye bakmaya gittiğimizde bunun bir gece pazarı olduğunu gördük. İlk defa görüyordum ve görür görmez ben burada bir şeyler satmalıyım diye düşündüm.
Orada çalışanlara çok özendim. Ama nasıl olacak bilmediğim, babam da izin vermeyeceği için o sene hiç adım atmadım. Ertesi yıl boncuk yaparken pazarda tezgah açmaya karar verdim. Babamdan bir şekilde izin alırım diye mantık yürüttüm.
Babama kararımı söyledim, çok sert bir şekilde karşı çıktı. Abimin de bana eşlik etmesi şartıyla ikna oldu. Belediyeden izin aldım, evdeki bozuk masalardan birini tezgah yaptım. İlk gün inanılmaz heyecanlıydım. Bir müşteri gelse neredeyse heyecandan bayılacak gibiydim. O zamanlar boncuk furyası olmadığı için ürünlerim hemen ilgi çekti.
Pazar tezgahı ‘cumhuriyeti’ oldu
Satmaya başladıkça sürekli müşterilerim oldu. Başka ürünler istenmeye başlandı. Deri alıyorum, deri ile boncuğu birleştiriyorum, yeni modeller geliştiriyorum…
Çocukken mahallede iki kız arkadaşım vardı. Mahalleden çıkıp bakkala gitmek en büyük eğlencemizdi. Bakkalın köşesinde telefon direkleri vardı. Zaman zaman işçiler gelir hatları kontrol ederdi. Bu sırada yerler telefon teli olurdu. O telleri alır, onlardan takı yapardık. Yeni modeller yaparken o günler aklıma geldi. Takı yapımına uygun teller keşfettim. Malzeme almaya başladıkça orijinal malzemeler keşfettim.
Hazır ürün satamazdım. Hazır ürünleri başka yerden de alabilirlerdi. Ben imkanlarımla orijinal bir şey yapmalıydım ki para kazanabileyim. Ve orada kazandığım paraya inanamıyordum. 2001 yılında günlük 70 milyon ciro yapıyordum. Ertesi yıl babam beni kendi elleri ile pazara götürüp tezgahımı kendi çaktı. Artık bana güveniyordu. Tezgahımı alternatif ürünlerle zenginleştirdim, yeni müşteriler kazandım.
Pazar sayesinde insan tanımaya başladım. Ablam ve abim evde olmadığı için kendime örnek alabileceğim kimse yoktu. Pazara çıkana kadar iki lafı bir araya getirmekte zorlanırdım. Özgüven sıfırdı, birinin karşısında konuşurken kekelerdim. Pazar tezgahında piştim diyebilirim. Orası benim cumhuriyetimdi.
‘Bu zihniyetle bir yere varamazsın!’
Yıllar böyle geçiyordu. 2003, 2004, her şey çok güzel ama bir yandan da bir şeyin eksik olduğunu hissediyordum. Ablam ve abim öğretmen olmuştu. Evin en küçüğüyüm, anneme arkadaşları ‘Evren ne yapacak’ diye soruyordu. Annem de ‘bakalım, lise bitti’ diyerek konuyu geçiştiriyordu. Bundan inanılmaz rahatsız oluyordum. Yaz aylarında tezgah açıyordum ama kışlar yine kabustu. Ne arkadaşım var, ne gidebilecek yerim. Tüm gün evdeydim.
2002 yılında Pratik Kız Sanat Okulu’nda bu kez resim minyatür kursu açıldı. Kursa başladım. Sırf keyiften gidiyordum. Yine de yetmiyordu. Babam “hani yaptıkların” diyerek dalga geçiyordu. Yıl sonu sergisinde resimlerimi babama göstermek beni oldukça mutlu etmişti.
Arkadaşlarının yanında ezik hissedince, kendini sorgulamaya başladı.
2003 yılı, yine kış, yine canım sıkılıyordu. Türk halk ve sanat müziği korolarına katıldım. Dedelerle, ninelerle kursa gidiyorum! Şarkı söylemekten büyük keyif alıyordum.
Pratik Kız Sanat Okulu’ndan üniversite mezunu bir arkadaşım olmuştu. Koroda da benimle yaşıt bir kız vardı. İkisi de aşırı kitap okuyan insanlardı. Ben o zamana kadar kitap okumuyordum. İnternet de yoktu. Gazete bile okumuyordum. Bir gün onları bir araya getirdim. Onların arasında kendimi o kadar vasıfsız, o kadar ezik hissettim ki…
İkisi de üniversiteyi bitirmiş, diksiyonlarına kadar her konuda bana örnek olabilecek insanlardı. O buluşmada ikisi de benim hiç kitap okumama çok şaşırdı. Kitap okurken sıkıldığımı söylesem de mutlaka seveceğim bir tarz olması gerektiğini söylediler. Hangi tarzı sevebilirdim, onu bile bilmiyordum. Arkadaşlarım kendilerini geliştiriyor, bir şeyler yapıyor, ben ne yapacağım diye düşünmeye başladım. Hayatımı sorgulamaya başlamıştım.
Pazarda benimle birlikte tezgah açanların çoğunun bakmakla yükümlü olduğu aileleri vardı. Bir gün zorunluluktan bu işi yapma fikri beni ürkütmüştü. Yaşım 24’e gelmişti. Kendime sürekli 30’uma geldiğinde ne yapacağım diye soruyordum. Bir yandan da görücüler çıkıyordu:)
Bu şekilde giderse bir gün istemediğim biriyle evlenmem bile söz konusu olabilirdi!
‘Atalet mi, o da nedir’ dedi ve ilk adımı attı
Günler geçiyor, bir yandan kendi kendime düşünüyor, bir yandan annemin altın günlerine gidiyordum. Bir gün yine annemle güne gittim, tuvalete girdim. Bir baktım kalorifer peteğinin üstünde bir kitap var. Adı; “Kişisel Ataleti Yenmek”. Yazarı Mümin Sekman.
Atalet ne demek merak ettim. Kitabı aldım, arka kapağına baktım. Arka kapağında, “Neler yapabileceğinizi biliyorsunuz. Nasıl yapabileceğinizi biliyorsunuz. Yaparsanız neler kazanacağınızı biliyorsunuz. Yapmazsanız neler kaybedeceğinizi biliyorsunuz.” yazıyordu. Bu satırları okuduğumda resmen kalbimden bir kilit beynimi açtı. Beni o güne kadar durduran tuğlalar takır takır düşmeye başladı.
Aslında ne yapabileceğimi, nasıl yapacağımı biliyorum diye aklımdan geçti. Telaşla tuvaletten çıktım, ve evin kızına “kitabı alabilir miyim”, diye sordum. Urla’da o sıralar kitapçı olmadığı için kitabı bulmam zordu. Kız, “çok az kaldı, bitince gel al” dedi.
Bir hafta sonra üşenmedim, gittim kitabı aldım. Bir solukta o kitap bitti. Her akşam okuyorum, kitaba gözüm gibi bakıyordum. Bitti diye üzüldüğüm tek kitaptı…
Hayatını değiştirmeye karar verdi
Kitabı okurken kendime sürekli sorular soruyordum. Kitap bittiğinde beynime şimşek gibi çakan ilk soru ‘şu anki hayatınızdan memnun musunuz?’ oldu. Genel olarak halimden memnundum. Pazarda tezgah açıyor, para kazanıyordum. Ama bununla bitmiyordu. ‘Peki bundan 10 yıl sonraki hayatınızdan memnun olacak mısınız?’ diye soruyordu Mümin Sekman. Hayatımda yaşadığım en büyük endişeyi o soruyu okuduğumda duydum. İlk defa ‘eyvah’ dedim. Bu soruların cevabını düşünmeye başladım.
Pazarda iyi para kazanıyordum. Ablam ve abim “öğretmen maaşından bile iyi para kazanıyorsun” derdi. Ama olay benim için para değildi. Ailem çok zengin değildi ama hiçbir zaman da parasızlığın ne olduğunu görmemiştim.
Aynı şekilde yaşamak istemediğime kesin olarak emindim. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Ne yapabilirdim, nasıl yapabilirdim, yaparsam ne olur, yapmazsam ne olur diye soruyordum sürekli kendime. En sonunda bir karar verdim. Ben ne olursa olsun üniversiteye gidecektim.
Üniversiteye girmek hayatının amacı oldu
Lise bittikten 9 yıl sonra tekrar sınava girmeye karar vermiştim. İki yıllık, ikinci öğretim, Türkiye’nin herhangi bir yerinde herhangi bir üniversite olabilirdi. Tercih kitapçığını incelerken arıcılık balcılık, nalbantçılık gibi bölümler gördüm! Evdekileri bir şekilde ikna ederim diye kendimi üniversite fikrine hazırladım.
İlk sınava girişimde puanım düşük geldi. Kendime güvenip dershaneye gitmeye de cesaret edemiyordum. Alt yapım zayıf olduğu için ailemi o kadar yükün altına sokmak istemiyordum. Pazardan kazandıklarım da detaylı bir eğitim almaya yetmiyordu. Bir yandan da üniversite için uğraşmaktansa bir “takı dükkanı mı açsam acaba” diyorum. Fakat gördüm ki ben üniversite fikrinden vazgeçemiyordum.
Ne olursa olsun üniversite okumak istiyordum. Kültür açısından, kendimi yetiştirme açısından üniversiteye gitmenin şart olduğunu görmüştüm. Annem kararımı ilk duyduğunda çok şaşırdı. Kendi çabamla sınava gireceğimi, onlara yük olmayacağımı söyledim.
Çalışınca yapabildiğini görmek onu motive etti.
Evde çalışmaya başladım ama hemen sıkılıyordum. Amacım ÖSS’de barajı geçip resim bölümüne girmekti. Bunun için bir de resim kursuna gitmem gerekiyordu ama bunun için imkanım yoktu.
Ablamın bir arkadaşı 10 günlük kursla yetenek sınavını kazandığını söylemişti. Ben de ÖSS’yi geçersem o kursa giderim diye düşündüm. Barajı geçtim. O sene 9 Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne ön kayıt yaptırdım. İki bölüm arasında kalmıştım. Resim mi, müzik mi? İkisi için de onar günlük kurslara gittim. Fakat nota okumanın zorluğunu ve ayrı bir emek gerektirdiğini görünce aslında istediğimin bu olmadığını fark ettim. Baraj 70 puandı, ben 59 puanda kalmıştım. Nota bilgim yoktu ama kulağımın iyi olduğunu söylediler.
Sınavı kaybetmiştim ama bir yandan da bir yıl daha hazırlanırsam konservatuara da girebilirim diyordum. Çünkü yeterli bir çalışmanın neleri değiştirebildiğini görmüştüm. Resim kursuna gittiğimde kursiyerlerin çoğu benden iyi durumdaydı. Aralarında 4 yıldır sınava girip kazanamayanlar bile vardı. Ümitsizliğe kapılsam da bu noktandan sonra sınava girmekten başka yapacak bir şey yoktu.
Sınavı kaybetmişti ama azmini kaybetmedi!
Resim bölümünün sınavı iki aşamalıydı. İlk aşamayı geçtim. Üstelik 4 yıldır sınava giren o insan geçememişti. Bu güvenimi daha da arttırdı. Ama ikinciyi kazanamadım.
Kazanamadığımı öğrendiğimde yıkıldım. 25 yaşındayım ve adeta dünyam yıkılmıştı. Bunu yapmak zorundaydım ama başaramamıştım…
Biraz sakinleşince durumumu gözden geçirdim. Sınava asılmıştım ama çabam yetersizdi. 10 günlük kurs ve yoğun çalışmayla barajı aşacak noktaya gelebiliyorsam gelecek yıl daha iyi çalışıp sınavı kazanabilirim diye düşünmeye başladım. Kendime güvenim geri geldi. Zaten 10 günlük kursla barajı aşmam mucize olurdu!
Kendine 40 yaşına kadar süre tanıdı
Dedim ki; “40 yaşına kadar vaktim var!” Aile geçindirmiyorum, çocuğum yok, bir zorunluluğum yoktu. Kazanana kadar her sene sınava girmeye karar verdim. Bu yıl olmadı seneye, seneye olmadı ertesi seneye… Benim amacım bir şekilde üniversiteye girmekti artık.
Bir yıl sonra yine ÖSS’ye girdim. Barajı aştım. Barajı geçince resim kursuna giden bir arkadaşımı aradım ve beni o kursa götürmesini istedim. Bir aylık vaktim vardı. Sabah 08.00’den akşam 18.00’e kadar her gün kursa gidiyordum. Kurstan çıkıp gece 02.00’ye kadar da pazarda tezgah açıyordum.
Tezgah başında bile çizim yapıyordum. Tezgaha yaklaşanın şansı yoktu, “iki dakika dur” deyip hemen resmini çiziyordum! O kadar yoğun bir tempoya girdim ki, yaz olmasına rağmen duş almadığım, yemek yemediğim günler oluyordu.
‘Yapamayacağını biliyorsun’ diyenleri dinlemedi
Pazardaki arkadaşlarıma sınava hazırlandığımı söyledim. Bir tanesi “ yapamayacağını biliyorsun niye giriyorsun” dedi. Bu söze çok sinir olmuştum.
Aslına bakılırsa herkes beni kesit kesit tanıyordu. Kimi kurslardan, kimi korodan, kimi pazardan tanıyordu. Herkes beni tanıyor ama hikayenin sadece bir parçasını bildikleri için bu duruma şaşırıyorlardı.
Hatta yan tezgahımda duran bir teyzeye sınava girdiğimi söylediğimde ‘açık öğretime girersin artık’ demişti. Bu sözleri duymak kötüydü. Ama bu sözler bana insanların beni gözlerinde nereye koyduklarını gösteriyordu. O zamanlar bu sözlere ‘bakarız’ demekle yetiniyordum. Ama sınavı kazandığımı söylediğim zaman ki surat ifadelerini sanırım hayat boyu hiç unutmayacağım!
Resim kursuna girdiğimde hocam bana “güzel sanatlar mı eğitim fakültesi mi” diye sormuştu. Ben de ailemin güzel sanatlara gitmeme izin vermeyeceğini, öğretmen olmamı istediklerini söyledim. Kendisinin resim bölümünü seçtiği için pişman olduğunu söyleyip “neden resim” diye sordu.
“Kendime ait bir sergi açmak istiyorum”, dedim. Benim takı yaptığımı bildiği için takı tasarımı okumamı tavsiye ediyordu. Ben de puanları yüksek olduğu için kazanamayacağımı düşünüyordum. Hocam da bana hak verdi, “bu sene olmaz ama seneye yapabilirsin” dedi. Her şeye rağmen devamlı çalışıyordum. Elimde devamlı kalem, her fırsatta çizim yapıyordum.
Nerede olmak istediğini tesadüfen buldu
Ön kayıt günü hocam bana tekrar “güzel sanatlar ister misin” diye sordu. Kayda gidecek grupla birlikte beni de güzel sanatlar fakültesine götürdü, “gel gör, istemezsen başvurma” dedi. Kapıdan bir girdim, heykel ve seramikleri gördüm. Ait olduğum yer burası dedim. Okulu büyük bir hayranlıkla gezdim. Hemen kayıt oldum.
İnanılmaz bir şekilde sınavım harika geçmişti. Sonuçlar açıklandığında bizim kurstan kazanan 3-4 kişi arasında ben de vardım. Tercih yapmak için bir gün kala ailemi topladım; “resim mi, moda-aksesuar mı, sahne sanatları mı?” diye sordum. Hepsi birden “moda aksesuar tasarımı” diyerek benimsediğim bir şeyi onaylamıştı. Moda tarafı değil ama aksesuar tarafı beni çekiyordu.
‘Hayatım değişti’ diye hüngür hüngür ağladı
Başvuru yaptıktan bir gün sonra, pazara gitmeden önce internet kafeye uğradım. Sonuç listesinde 10 kişinin arasında adımı görünce yere çöküp yarım saat ağladım. “Hayatım değişti” diyordum. Zaten o andan itibaren her şey değişti.
Daha kararlı daha kendine güvenen bir insan oldum. Kendi kendime bir söz verdim, ne olursa olsun bu okulun hakkını verecektim. Çünkü benim için üniversite kazanmak Nirvana’ya varmak gibi bir şeydi. İmkansız bir şeyi ben imkanlı hale getirmiştim. Başlangıçta, bu kapasitenin bende olduğunu düşünmüyordum. Alt yapım gerçekten eksikti.
Mümin Sekman’ın kitabıyla farkındalığım artmıştı ve diğer kitaplarını da okudum. Kişisel gelişim literatürle ilgilenmeye başladım. Özlü sözlere merak sardım. Güzel sözler bana ilaç gibi gelir. Bu benim felsefem oldu. İki lafımdan biri olumlu düşünmekle ilgilidir. O kadar çok bu konulardan bahsettiğim içim arkadaşlarım bana Evren ‘Sekman’ filan demeye başladı:)
Yakaladığı fırsatın hakkını vermeye yemin etti
9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Moda Aksesuar Bölümü’nü kazanmıştım. Kayda gittiğim gün, kapıdan içeri girerken binaya bakıp “sen beni aldın, ben de senin hakkını vereceğim” dedim!
Sınıfta en büyük bendim. 26 yaşındaydım. Sınıf arkadaşlarımın bir kısmı güzel sanat lisesi mezunuydu. Alt yapıları sağlamdı. Yine çok çalışmam gerekiyordu! Sınıf arkadaşlarıma çok özenmiştim. Üniversite kapısından girdiğimde güzel sanatlar lisesi diye bir okul olduğunu fark ediyordum. Ben daha küçük yaşlarda eğitilmiş olsaydım öyle bir liseye giderdim ve her şey daha farklı olurdu.
Eksiklerimi kapatmak için her ödevi harfi harfine yaptım, yeri geldi uyumadım. Hatta bir hocam , “senin burada ne işin var, gidip evlensene, seni bırakacağım!” dedi. Ben de, bırakırsanız daha iyi olur, çünkü eksiklerim var, onları tamamlar ikinci yıl bomba gibi geri gelirim cevabını verdim. Kararlılığım hoşuna gitti. O da 33 yaşından sonra yüksek lisans yapmış.
Sınıftaki arkadaşlarıma “okulu bırakın, Evren’in yaşında tekrar başlayın” derdi! Yurt dışında güzel sanatlara 23 yaşından önce öğrenci almıyorlarmış. İnsan ne istediğini tam olarak o yaşta fark ediyormuş. O yıl 50 kişilik bölümde 3 kişi, 2. sınıfa 80 puanla geçti. Onlardan biri bendim. Ertesi yıl da aynı performansı devam ettirdim. Ama bir yandan da ya heyecanımı kaybedersem diye korkuyordum.
İşini iyi öğrenmek için deliler gibi çalıştı…
Çok eksiğim vardı, onları tamamlamak için deli gibi çalışıyordum. Okul bitince de bir firmaya girerim diyordum. Asla not için çalışmadım. Hiçbir dersi sallamadım. Son sınıfa geldiğimde 30 yaşına girmeden okul bitmeli dedim. Uzatmadan mezun olmalıydım. Daha önce moda aksesuar tasarım bölümünü girdiğim dönem itibari ile 4 yılda bitireni görmemiştim. Üst sınıflardakileri takip ediyordum ve hep mezuniyetleri sarkıyordu.
Son yıl çok zor geçti. Bir yandan dersler, bir yandan bitirme tezi… Hocalarım “Evren bu kadar zorlama öleceksin” diyorlardı ama ben onları dinlemedim. 2.5 metrekarelik bir odam vardı. Tüm arkadaşlarım o odadan okulu bitirmem nedeniyle bana “helal olsun” demiştir. Çünkü doğru düzgün çalışacak yerim bile yoktu. O oda hem atölyem, hem misafir odam, hem yatak odam, hem de günlerce hiç dışarı çıkmadan düşüncelere daldığım yerdi.
Okulun bitmesine son 2 ay kala annemden arkadaşımda kalmak için izin istedim. Aslında okuldan sonra bir arkadaşın atölyesine gidiyor gece yarılarına kadar çalışıyordum. Aileme bunu söylememe nedenim birkaç gün önce orada cinayet işlenmesiydi…
Mücevher tasarım yarışmasında Türkiye üçüncüsü oldu.
Atölyede kalmaya başladığım andan itibaren dışarıdan fark edilmeyeyim diye sadece dizüstü bilgisayarımın ışığında çalıştım. Sabaha kadar tez yazıyor, ödevimi yapıyor, üst üste kahve içerek ayakta kalıyordum. Bazen yorgunluktan ve duygusallıktan ağladığım oluyordu.
Böyle zamanlarda kendime çocuk gibi davranıyordum. Sakince “bunu yapman gerekiyor, yapmalısın, bitirmelisin” diyordum. Bitirince de küçük ödüller veriyordum. O sene bir yandan büyük ödüller de kazandım.
Bir mücevher tasarım yarışmasında Türkiye üçüncüsü oldum. Para ödülü ile birlikte İtalya’da fuar ziyareti hakkı kazandım ve gidip oraları da gördüm. Bitime tezim de jüri özel ödülünü aldı. İzmir Tasarım Kenti Platformu’nun 70 önemli tasarımcının katılımıyla düzenlediği etkinliğe özel olarak davet edildim.
Geriden geldi, herkesi geride bıraktı!
Ölesiye çalışmış ve okulu uzatmadan mezun olmaya hak kazanmıştım. Kep töreni için prova yapılmıştı. Provada ilk olarak bölüm birincileri açıklanıyordu. Ben hiç derece beklemiyordum, çünkü teorik derslerim zayıftı.
Beni alsınlar bir yıl boyunca bir odaya kapatsınlar, 1 yıl boyunca o odadan çizim yapabilirdim. Ancak teorik dersler zor geliyor, çünkü algılarken biraz zorlandığım oluyordu. Bizim bölümde geçmiş yıllardan yığılmalar vardı. 50-60 kişi olmuştuk.
Anonsta “Bölüm 1. Si Evren Şengüler” dediklerinde olduğum yerde kaldım… Sahneye çıkamadım. Hocam sahneye çağırıyordu ama ben hala “ben miyim” diyordum. Ailem adına çok sevinmiştim ama olayın ciddiyetinin farkında bile değildim. Dışarı çıktım, bir kızın bölüm birincisi olamadığı için ağladığını gördüm. O zaman anladım ki bu gerçekten çok önemli bir şeydi.
Bölüm birincisi olunca ailem yüksek lisans yapmamı istedi. Artık okumak istemiyorum diye karşı çıktım. Hocam da okulda kalmamı istedi ama ben kabul etmedim. Bu beni mutlu etmeyecekti. Bir şeyler tasarlayıp üretmek benim yaşam amacım olmuştu. Okula devam etmek yerine bırakın burnum sürtsün, dedim. Aslında okula devam etmek istemeyişimin bir nedeni de ev-okul çemberini kırmaktı. Okula devam etsem yine ev-okul dışında dünyam olmayacaktı, çünkü okulum evime yakındı. Orada kalırsam kendimi istediğim kadar geliştiremeyecektim.
Artık fırsatları değerlendirmeye hazırdı
Bu işi layıkıyla yapabilmek için İstanbul’a gitmeliyim diyordum. İstanbul’un adını andırmayan, İstanbul’a gezmeye gidilmesine bile hoş gözle bakmayan babam “Evren’in yeri İstanbul” dedi. Bu sözleri duymak tüylerimi diken diken etti.
Diplomamı alınca tasarım firmalarına CV gönderdim. İzmir’den bir firma ilgilendi. Bir yandan işe girmek istiyorum ama bir yandan bana çok şey katacak bir firma istiyordum. Kendime güveniyordum, bu işi biliyordum, bir gün bir yerden aradığım fırsatı bulacağım diyordum.
Okul bittikten sonra son bir kez pazara çıktım. Herkese bunun jübilem olduğunu söyledim:)
Nedenini merak edenlere ise İstanbul’a yerleşiyorum diyordum. Aslında İstanbul o sıralar hala hayaldi. Herkese İstanbul’a gidiyorum diyerek kendimi bu konuda şartlandırdım. Okul bitince boşluğa düşer miyim diye korkmuştum.
Mezuniyet sonrası bir yıl birkaç firmaya dışarıdan iş yaptım. Bir gün arkadaşım bana mail attı, “tasarımcı aranıyor, bu maile CV gönder” dedi. Başvurumu yaparken söz konusu firmanın altın sektöründe Türkiye’de ilk üçte olduğunu bilmiyordum. Sonra öğrendim.
Mazaretlerin arkasına sığınmadı…
CV’im dolu dolu olduğu için beni aradılar, nerede yaşadığımı sordular, İzmir de olduğumu söyleyince İstanbul’da yanında kalabileceğim akrabam olup olmadığını sordular. Ben “her şey hazır, tüm planlarımı yaptım”, dedim…
Maalesef İstanbul’da bir akrabam yoktu. Belki ailemle gidip kalabileceğim bir yer bulabilirdim. Birkaç yıl önce, Hotiç firmasında staj yaparken bazı özel yurtlarda çalışan bayanların da kalabildiğini görmüştüm. Öyle bir yer bulurum diye düşünüyordum. Görüşmeye çağırdılar. Mülakat güzel geçti. Nerede kalacağımı sorduklarına başlangıçta kız öğrenci yurdunda kalacağımı, sonra kendi düzenimi kuracağımı söyledim.
İzmir’e döndükten 1 gün sonra arayıp işe başlamamı istediler. Bir hafta süre istedim. Evraklarımı tamamladım ve geldim. Gelirken aklımda orada nasıl yaşarım sorusu yoktu. Tek düşündüğüm işimi nasıl daha iyi yaparım, kendimi nasıl geliştiririm konusuydu. Hiç tereddüde düşmedim.
Annemin altın günlerinden sonra şu anda uluslararası bir altın firmasında tasarımcı olarak çalışıyorum!
Ve Mümin Sekman’a ulaşıp hikayesini anlattı
Üniversite 3. sınıfın yaz tatilinde stajyer olarak Hotiç’te çalıştım. O sırada Mümin Bey’in de aynı şehirde olduğu aklıma geldi. Mümin Bey’in kitabını okuduktan sonra her şey değişmişti ve kitabın yazıldığı yerdeydim.
Mümin Sekman’a bir mail atıp kendimi ifade etmeye ve teşekkür etmeye karar verdim. Yaşadıklarımı yazdım ve hikayemin henüz tamamlanmadığını ama tamamlandığında tekrar yazacağımı söyledim.
Mümin Bey de mailime cevap olarak, hikayem tamamlandığında kahve eşliğinde dinlemek istediğini belirtti. Bu yazışmanın üzerinden yıllar geçti ve tekrar İstanbul’a geldim. Gelişimin üzerinden Birkaç hafta geçtikten sonra Mümin Sekman’a attığım mail aklıma geldi.
Hikayem tamamlanmıştı ve Mümin Bey’e yeniden ulaşmalıydım. Tekrar mesaj yazıp kendimi hatırlattım ama kahve sözünden bahsetmedim. Birkaç gün sonra bana döndü, yazışmaları taradığını ve beni hatırladığını, kahveyi hak ettiğimi söyledi:)
Sonra buluştuk ve hikayemi anlattım. Şu an gerçekten çevremdeki herkese kendimce kişisel gelişim dersleri veriyorum. Sohbet bir şekilde ‘nasıl yaparım, çok zor’ gibi bir noktaya geldiğinde hemen kendimi öykümü anlatıyorum. Ben bir kitap okudum ve hayatımı değiştirdim, istersen sen de yapabilirsin, diyorum.
Mümin Bey, karakteriyle, zekasıyla, yazılarıyla ve yaşam felsefesiyle örnek aldığım ve çevreme tanıttığım en güzel örneklerden biri. Bir kişi hangi durum veya şartlarda yaşarsa yaşasın inanıyorum ki Mümin Sekman’ın kitabını okuduktan sonra mutlaka yaşama bakış açısında olumlu yönde değişiklikler olacaktır.
İşte benim hikayem böyle. İzmir Urla’dan, İstanbul’a uzanan bir yolculuk. Zaman ayırıp, okuduğunuz için teşekkür ederim.
Dilerim bu yazıyı okuyan herkesin, buraya yazılacak bir hikayesi olur. Ben de onları okurum. Böylece birbirimizden aldığımız güçle, başarıyı ve mutluluğu çoğaltabiliriz.
Evren Şengüler