Bir Türk kişisel gelişimcisi Kızılderililer Arasında!

  • Yayınlayan: admin

Bir Türk kişisel gelişimcisi Kızılderililer arasında!
Yıl: 2005
Yer: Kanada.

Her Türk bir miktar Kızılderili sempatisiyle doğar!

Onların “yiğit ama yenik” hallerinde, kendi arabesk hallerimizi bulduğumuzdandır belki bu sevgimiz. Belki de doğanın bağrında yaşamayı seçmeleri, eski şaman ruhumuzla örtüştüğündendir.

Ben de Kızılderili sevenlerdenim.

Nedenini bilmiyorum ama Kızılderili ruhunda bana ait bir şey olduğunu hissediyorum.

Kızılderili hayranlığım çocukluktan gelir.

O zaman onlara “kızılderili” değil, “kızıl dereli” diyordum.

Silahlı Amerikan süvarilerine karşı oklu Kızılderilileri tutardım, kalabalık Kızılderililere karşı da yalnız kovboyları.

Galiba kalbim hep kaybedenlerden yanaydı. En büyük korkum da ileride “büyük ama kötü bir adam” olmaktı. Bir gün bir şekilde büyük bir hayatımın olacağına yürekten inanıyordum ama bir yandan da ya bu büyük hayatı yaşarken farkında olmadan başkalarına zarar verirsem diye de kara kara düşünüp duruyordum. Çünkü izlediğim Türk filmlerindeki tüm güçlüler kötüydü. Kaybeden iyiler, zalim kötülere karşıydı. Dünya “fakir ama gururlu” gençlerle, “güçlü ama kötü” kazananlardan ibaretti.

Yaşım büyüdükçe, Kızılderili sevgim küçülmedi. Yani “terk etmedi, Kızılderili sevdası beni!”

Benim için Kızılderilileri sevmek, haysiyetli kaybedenleri sevmek demektir.

Kimdir haysiyetli kaybedenler?

Bilirsiniz işte, onurlu ama kaybeden insanlardır.

Hatta çoğu kez onurlarına verdikleri değerden dolayı kaybeden insanlardır.

Bazen de kendilerinin bundan dolayı kaybettiklerini sanan insanlardır.

Yiğit ama yenik yaşayan, mağrur ama gururlu insanlar haysiyetli kaybedenlerdir.

Bu tanımı Tom Cruise’un “Son Samuray” filmini birkaç kez izledikten sonra, yolda yürürken bulmuştum. Filmde öyküsü anlatılan Samuraylar haysiyetli kaybedenlerdi.

Haysiyetli kaybedenlere en iyi örnekler kimlerdir derseniz, size Samurailer, Kızılderililer ve Efelerdir derim.

Onuru paranın, cesareti teknolojinin, karakterli olmayı konforlu yaşamanın üstüne koyan insanlar bunlar. Ölümüne onurluydular ama sonuçta nesillerini yürütemediler.

Haysiyetli bir şekilde kaybettiler. Haysiyetsizce kazanan olmaktansa, haysiyetli kaybeden olmayı seçtiler.

Onlar yiğitçe yaşadılar ama şekli “yuvarlak” olan dünya onları, tarihin tozlu arşivlerine savurdu. Düşmanları karşısında yiğittiler ama hayat karşısında yenildiler. Silahlara cesaretle karşı koydular ama trendlere, kültürel yön değiştirmelere yenildiler. Sürü bir anda ters yöne dönünce, onlar en önden en geriye düştüler, en gerideki en korkaklar ise en öne geçtiler. Savaşa dayalı dünyanın kazananlarıydı ama barış zamanlarının kaybedenleriydiler.

Cesurdular, onurluydular ama yeryüzünden yok oldular.

Sizi ilmem ama ben “acaba Malkoçoğlu bugün yaşasaydı ne iş yapardı, nasıl yaşardı?” sorusunun cevabını sık sık düşünürüm. Mesela ne iş yapmaya çalışırdı? Bir ilçenin belediye başkanı mı olmaya çalışırdı? Akmerkez’in güvenlik amiri mi olurdu? Genelkurmay başkanı mı olmaya çalışırdı? Yoksa askerde teskere bırakmış bir uzman çavuş mu olurdu?

Asıl merak ettiğim şu, mertlik merkezli yaşayanlar şu dünyada en fazla ne kadar yükselebilirler?

Ben hayatımda ilk “Nasıl kazanan olunur” sorusunun cevabını, kendi kaybetmişliğimle başa çıkmak için değil, Amerikan süvariyle savaşan ama her defasında kaybeden “Kızılderililerin kurtuluşu için” düşünmüştüm.

Çocukken en büyük hayalim Kızılderilileri “kurtarmaktı.” Bunun için yapmadığım plan kalmamıştı. Üstelik, izlediğim şeyin film olduğunu unutuyor, onlara yapılan haksızlıkları görüp bir şey yapmamaktan kendimi de sorumlu tutuyor, gemiye atlayıp oralara gitmeyi düşünüyordum.

Onların yenilmeleri çocukluk ezberimi karıştırıyordu. Kızılderililer onurluydular, merttiler, ülkelerini savunuyorlardı, ama hep kaybediyorlardı. Onurlu ve cesur insanların kaybetmemesi gerekiyordu ama onlar kaybediyordu.

Öğretmenimin anlattığı ile Kızılderililerin başına gelenler çelişiyordu. İyi insanların sonunda kazanması gerekiyordu ama onlar hep kaybediyordu.

Kazanmak iyi bir şeyse, neden kötüler kazanıyordu? Kaybetmek kötüyse, neden iyiler kaybediyordu?

Çocuk beynimi terleten sorulardı bunlar. İyilik, kötülük ve başarı kavramı arasındaki ilişkileri ilk Kızılderili-kovboy filmlerini izlerken düşünmeye başlamıştım.

Kaybetmek için doğanlardan değildim ama doğuştan kaybedenlerdendim. Orta sınıf aile çocuğu olarak doğmuş, bir buçuk yaşımda babam ölünce, tepetaklak gitmiştik.

Kazananlar, zenginler, ünlüler hep “öteki”lerdi. Kaybedenin yüreğinden akanı da, akılından geçeni de “kendime bakarak” çözebilirdim ama o zaman kazananların aklını okumaya dekoderim yoktu.

Çocukluğum; bir gün futbolcu olup yenilen takımımı kurtarmaya çalışırken, öbür gün Kızılderililere taktikler bulup Amerikalıları yenmelerini sağlamaya çalışırken, bir gün Robin Hood olup zenginlerden aldığımı fakirlere vermeye çalışırken, bir gün Türk filmlerindeki güçlü ama kötü işadamlarının topunu silecek bir “baba” figürü tasarlarken geçip gitti.

Çocukça hayallerimin senaristi de, yönetmeni de, başrol oyuncusu da bendim, dolayısıyla filmimin prodüksiyonu sınır tanımıyordu. Nedense hep kurtarıcı rolündeydim. Kahraman olma isteğimden çok, merhametine yenilen, ezilenlere acıdığı için olayların parçası haline gelen, birilerini yenmek için değil yenilmişleri korumak için mücadeleye giren, biraz zoraki kahraman durumundaydım.

Çocukluğumda bana sorulsaydı, “Amerikan süvarileri gibi kazananlardan mı olmak istersin, yoksa Kızılderililer gibi kaybedenlerden mi?” Cevap netti: Kızılderililerden!

İşte kaybedenlerin, kaybetme nedeni bu kadar basittir. Kaybetmeyi bir kimlik olarak benimsemiştir ve onlar için kazanan olmak, kötülük, zalimlik, hak yemek, ezmek, mazlumun canına okumaktır. Kazanmak kötülüktür. Bu yüzden kazanmayı kendine yakıştıramaz. Ben de ancak, kaybedenler için kazanmayı kendine yakıştıran, kazanmış olmak için kazanmayı kötülük olarak görenlerdendim. Kızılderili sevdam da buradan gelir. Onları kurtaramamanın verdiği bir mahcupluk vardır, çocukluğumdan gelen. Sanki Amerikalıların suç ortağıymışım gibi. Seyretmiş ama birşey yapmamış gibi.

O zamanki ruhumun aslında Kızılderililerden değil, kaybedenlerden yana olduğunu bugün görebiliyorum. O günkü mantığıma göre, Amerikalılar sürekli kaybetseydi, o zaman onlardan yana olurdum. Kendimden olanı seviyordum aslında. Daha doğrusu kaybeden olmayı seviyordum.

Ben kendim için çocukça kahramanlık oyunları oynarken, kaderin benim için yaptığı kariyer planı hızla akmaya devam ediyordu.Çok değil on yıl içinde, tamamen ters kutba savruldum. Kaybedenlerin arasından mutlak kazananların arasına geçtim. Her şey çok hızlı oldu.

Artık cep telefonumda kayıtlı insanların ezici çoğunluğu kendi alanında ülke çapında ilk üçe girecek kadar başarılı, çoğu ünlü ve zengin insanlardı. Bir zamanlar nefret ettiğim insanlarla yan yana, aynı saflardaydım. Küçükken izlediği o Kızılderili filmlerinin etkisiyle, hep “büyük ol ama asla kötü olma” yargısı aklıma kazınmıştı.

Bir çok insanın şövalye öykülerinden aldığı bir dersi, ben Kızılderili filmlerinden aldım; Asil bir kaybetmişliği, haysiyetsizce kazanmaya tercih et!

Yıllar sonra Kızılderililer ile karşılaşma imkanı buldum. Yıl 2005 idi. Yer kanada.

İçimde geçmişin bu anıları, aklımda yeni bakış açılarımla gittim onlara. Ben artık çocuk değil yetişkindim, Kızılderililer de filmlerde kaybetmeyi bırakmış, hayat mücadelesine asılmıştı.

Kanada Kızılderililerin yaşadığı yerlerden.

Bu ülkede Kızılderililere “first nation” deniyor. Yani bir tür “başlangıçta Kızılderililer vardı” vurgusuyla onları onore ediyorlar. Kanadalılar dedelerinin Kızılderililere yaptıklarından biraz mahcuplar ki, onlara bazı yasal “ayrıcalıklar” da tanımışlar. Kızılderililer Sigara, içki ve otogaza vergisiz, indirimli sahip olabiliyorlar. Bunun için “ben yerliyim” kartı göstermeniz yeterli. Sırf bu ayrıcalıkları için Kızılderili gençlerle evlenenler bile var.

Bir gün İskoç kökenli Kanadalı arkadaşım Christina’ya beni Kızılderililerin yaşam bölgesine götürmesini istedim. Bana “göreceklerin sandığın kadar ilginç olmayabilirler.” Dedi: “Ayrıca tehlikeliler de. Şehirdeki uyuşturucu, kadın satıcılığı ve kapkaç suçlarının çoğu bunlar tarafından yapılıyor. Çocukluk hayallerinin kırılmaması için, belki de görmesen daha iyi olur.”

“Bunlar beni şaşırtmaz Christina” dedim ona. “Bilirim ki, her hayal gerçekleşirken biraz kırılır. Bir hayalin gerçekleşmesi, yumurtayı kırıp omlet yapmaya benzer. Kabuklu yumurta, omlet olduğunda hala yumurtadır ama başkalaşmış bir haldedir. Her hayal gerçekleşirken biraz başkalaşır. Hiçbir hayal gerçek hayatta, insanın kafasında durduğu gibi durmaz bilirim.”

Solcu, çevreci, vejeteryan ve feminist olmak gibi tüm muhalif kimlikleri yetmezmiş gibi bir de aykırı kişiliğiyle tam bir “sui generis” (Latince “kendine özgü ” demek!) tip olan Christina bana “biliyor musun, ben de Kürtleri çok merak ediyorum. Onlar da benim Kızılderililerim!” demez mi?

Geleneksel tartışmalarımızım 78. konusu bu oldu! “Senin dedelerin Kızılderilileri kesti” ve “senin devletin Kürtlerin insan haklarını ihlal ediyor” tartışmamızı yaptıktan sonra, bana Kanada’daki Kızılderililerin yaşadıkları iki yerin olduğunu anlattı.

Bir grup Kızılderili, ormanda yaşıyor, şehre gelmeyi reddediyordu. Bu grup “geri kalsak da, kendi kültürümüzü yaşarız” diyordu. “İlerlemek sizin gibi yaşamaksa, geri kalmak erdemdir” diyen biraz “ağır abi” insanlardı.

Onlara “gelişme”, “teknoloji” ve “modernlik” diye sunulan her şeyin, kendi dedelerini kesen insanların torunları tarafından icat edildiğini düşündüklerinden, “modern” olan her şeyi reddediyorlardı. Cep telefonu kullanmıyor, elektrik ve beyaz eşya kullanmıyor, dağlarda, ormanlarda avcılıkla besleniyorlardı. Sanki geleceğe değil, geçmişe doğru ilerliyorlardı. Dedelerinin “asr-ı saadet”inin peşindeydiler. Ne kadar dedeleri gibi yaşarlarsa, o kadar ilerlemiş olduklarını düşünüyorlardı.

Bir grup Kızılderili ise şehrin kenarına gelmiş, “getto” denilen tamamen onların yaşadığı kapalı semtlerde yaşıyordu. Şehre uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Bu evleri onlara devlet vermişti ve kira almıyordu. Ne de olsa, dağdan gelip bağdakini kovmuş olmanın suçluluk duygusuna sahip olacak kadar vicdanlı insanlardı Kanadalılar.

Christina ” bu iki kesimden birini seç. Sadece birini gösterebilirim. Hangisini istersin? ” diye sordu.

Hangisini tercih etmeliydim?

Dağda dünyadan kopuk, dünyanın geri kalanın içten içe küs yaşayanları mı, yoksa kent yakınında yaşasa da kalbi dağda kalmış olanları mı?

Hangisini seçmeliydim?

Düşündüm ve kararımı verdim. Bir Kızılderilinin şehir ile mücadelesini görmeyi, doğa ile mücadelesine tercih ettim.

Bilirim ki aklı yerleşik hayata geçmemişler için bir şehrin sosyal oyunlarında ayakta kalmak, bir dağın sert ikliminde hayatta kalmaktan çok daha zordur. Bir şehri yenmek, doğanın sert soğuklarına dayanmaktan daha zordur. Şehrin psikolojik şiddeti, dağın fiziksel şiddetinden daha karmaşıktır. Şehirde hayatta kalma oyunları daha ince oynanır. Şehir ince ince öğütür asaleti, cesareti, merhameti.

Kızılderili gettosuna gittik.

Kentlileşmeye çalışan Kızılderilileri görmeye giderken aklımda bir sürü soru vardı.

Acaba yaşadıkları yerde MC Donalds var mıydı?

Acaba kredi kartı borçları var mıydı?

I-pod kullanıyorlar mıydı?

Şeflerinin başında kartal tüyü var mıydı?

Eşleri daha beyaz deterjan ve daha renkli perdeler istediğinde ne yapıyorlardı?

TV var mıydı, varsa ne izliyorlardı?

Dedelerinin nasıl yaşadığını görmek için “Kızılderili müzesi”ne mi gidiyorlardı?

Babaannelerinin eski masalları ile “Saturday night show” arasında bir tercih yapsalar, neyi seçerlerdi?

İş başvurularında CV kullanıyorlar mıydı acaba?

Şeflerinin bilgisayarlarına virus bulaştığında ne yapıyorlardı?

Gelir vergisi beyannamesini nasıl dolduruyorlar?

“Yiğit” Kızılderililerin “yamuk” şehir hayatı karşısındaki duruşu nasıldı?

Kaygan zeminde karakterli kalmayı başarabilmişler miydi?

En azından kendilerindeki değer çatışmalarının farkında mıydılar?

Etrafı çitlerle çevrili bir bölgenin kapısındayız.

Girişte görevli yok.

Dışarıdan birinin gelip buradakilerden bir şey çalmasını beklemenin mantıksızlığında kapıya “güvenlik” koymamışlar.

İçeri girdiğimizde bütün gözler üstümüze çevrildi.

Kasabaya yeni girmiş meçhul kovboya benziyorduk. Sahadaki yabancı maddeydik.

Gözleri keskin, düşmanca ve deliciydi. Gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunuzu hissettiriyorlardı.

Birkaç göz temasından sonra akıl okuma bilgilerim ve stratejist tarafım harekete geçti. İnce bazı vücut dili sinyallerinden asıl korkanın onlar olduğunu fark ettim. Sanki bizi polis sanıyorlardı, ne de olsa hemen tümünün suçu ve sabıkası vardı. Tedirginlikleri ondandı.

Ben bunu görüp rahatladıkça onların tedirginlikleri arttı.

Bazıları elinde tenis raketini çevirip duruyor, bazıları arabasının camını siliyor gibi yapıp gizliden gizliye bizi izliyordu. Biz de aracın içinde, onların evlerinin önünde dolanıp duruyorduk. Yabancı kovboy kasabanın meydanına inmişti.

Gördüklerim, gerçekten şaşırtıcıydı.

İlk şok!

“Büyük Şef”in ofisinin önündeyiz!

Bir bilgisayarın önüne oturmuş, arkasında bir harita var, yanında evrak çantası, telefon ve sümen. Tıpkı bizim muhtarlar gibi!

Boyu kadar ok atan, kartal tüylü başlığı olan, “yuvarlanan fırtına” gibi karizmatik isimli Kızılderili şeflerinin yerinde artık bu adam oturuyordu. Paralize olmuş ruhuma vurulan son darbe “büyük şef”in Jonh Lenon gözlüklü olmasıydı!

Kendimi hazırlamış olsam da yıkılmıştım!

Hiç entelektüel Kızılderili olur muydu?

Kitap okumak bir Kızılderiliye yakışır mıydı?

Allah bilir bu Kızılderilililer vergi bildirim formu da dolduruyordu!

Başka bir Kızılderili’nin üzerinde Mavi Jeans kot pantolon vardı. Kanada’da Mavi Jeans zenginlerin giydiği bir kot markasıdır. Demek ki bu Kızılderili yaptığı başarılı hırsızlıklar ve uyuşturucu satışıyla sınıf atlamış ama bir Türk kotunun içine düşmüştü.

Hayallerimdeki Kızılderililer ve karşımdaki Kızılderililer keskin çizgilerle farklıydı.

Kızılderili eşrafı etrafında totemlerle dolu bir futbol sahasının yanındaki cafede bir araya gelmiş ve “American Idol” şarkı yarışmasının o haftaki finalistlerini konuşuyordu. O “Kızıl derili”, kemer burunlu, uzun saçlı insanları seyrettim bir süre. Ben çocukken bunlar için mi hayallerimi süpürge etmiştim. Bunlar adeta “folklorik Kızılderili”lerdi, folklor oynayan kızlar ne kadar taşıdıkları yöresel kıyafetin ruhuna sahipse, bunlar da o kadar sahipti.

Kendimi bıraksam içindeki çocuk Kızılderililere Cüneyt Arkın edasıyla “Tüm bunlar racona ters! Siz bozulmuşsunuz! Aslınızı inkar etmeyin ulen!” diye bağıracaktı ama Christina “ben sana dememiş miydim ” edasıyla bana bakıyordu.

Bir de serde Türkün imajını koruma derdi var. Geçmiş tartışmalardan gelen sayı üstünlüğümü korumak için, Christina ile kaybedeceğim kesin olan bir tartışmaya girmek istemiyorum.

Zaten o da aklımdan geçeni okuyor, “ne şaşırıyorsun? Japon öğrencilere niye Samurayları bitirdiniz diye kızıyordun. Bize neden Kızılderilileri bitirdiniz diye kızıyorsun. Senin Osmanlı dedelerin de sarık ve kılıçla gezerdi, sen de öyle yaşamıyorsun ki?”

Entelektüel efelenmelerim, bir efe gibi yaşamadığım ve yaşayamacağım gerçeği ile külleniyor. Benim de aklı cesaretinden, beyni kalbinden, bilgisi yiğitliğinden fazla olan insanların seçtiği modern hayattan yana tercihimi kullanmış olduğumu, “romantik isyankar”lığın gereğinin olmadığını söylüyorum içimdeki çocuğa.

Şehirli Kızılderililer yenik geçmişlerinden utandıklarından belki, dedelerine ait şeylere fazla sahip çıkmıyorlar. İnsanların hep sahip olmadıklarına özenmeleri gibi, onlar da kendilerinde olmayanın peşindeler. Doğuştan sahip olduklarını önemsemiyorlar.

Onlar “dedemin totemini bile satarım” edasında olunca, biz de “parası neyse verelim” havasına girdik. Hüzünlü bir “hayat kırıklığı” halinde veda ettim Kızılderili köşesine. Fonda Dido’nun “Life For Rent” şarkısı çalışıyordu.

Çıkışta “traditional” ürünler satan bir mağazaya girdik. Birkaç parça Kızılderili figürü aldım. İçimdeki romantik isyankar çocuğu belki oyalar diye.

Birkaç tane de savaşçı totemleri aldım. Türkiye’deyken sık sık Kızılderililer üzerine konuştuğumuz, Kızılderili sempatisinde benden daha fanatik olduğunu bildiğim, evinde özel “şark köşesi” gibi “Kızılderili köşesi” olan yakın dostum Tamer Karadağlı için. Zaten o da o aralar skandallardan kaçıp Teksas çöllerine kendini vurmuş, çölde bir ileri bir geri hayatın anlamını düşünüp yürüyordu. Akşamları telefonla birbirimize Kızılderili günlüklerimizi anlatıyorduk. O bana Teksas’ tan “savaş baltası” getirdi, ben de ona Kanada’dan savaşçı heykelleri. Size de çektiğim resimler kaldı.